Yağmurlu bir sonbahar gününün hareketli geçen öğle saatlerinde
bir insan güruhu yaşıyor kalabalık şehrin mûtena bir semtinde.
Kimi yemeğini yemiş işine dönmeye çalışırken
kiminde okula yetişme çabası…
Kimi ağır adımlarla ilerlerken kaldırımda,
kiminin acelesi yansıyor hareketlerine.
Bir diğeri, süzerken caddeyi evin penceresinden;
bir başkası atmış tabureyi dükkânın önüne, bekliyor müşterisini.
Her birinin aklında bin bir düşünce;
bir kısmı ufak, bir kısmı büyük,
bir parçası basit, diğer tarafı karmaşık,
birazı hayal, birazı gerçek,
bir tutamı güncel, bir demeti geçmişe ait,
bir o kadarı da gelecekle ilgili…
Yağmurun farkında olan da var, hiç hissetmeyen de.
Farkında olup seven de var, sevmeyen de.
Yağmurdan tat alan da var, acı çeken de.
Yağmuru verene şükrederken biri,
hiç yağmur yağmasa diyor bir diğeri.
Birisi yağmurda yürümenin güzelliğinden bahsediyor arkadaşına;
sağladığı rahatlıktan, verdiği huzurdan,
saf yağmur suyunun insan fıtratıyla uyumundan dem vuruyor.
Öyle harika anlatıyor ki, hayatında yağmur görmemiş biri duysa
öyle dua eder, öyle ister ki yağmursuz bir an olmasın…
Bir başkası manava girmiş
yağmurun kötülüklerini sıralıyor bir biri ardınca:
“Fena ıslandım, şimdi bir de hasta olursam…
Üstüne üstlük elbiselerim çamur oldu,
makyajım da akıyor,
saçlarım zaten söndü ıslanınca.
Şimdi işin yoksa git eve,
onu temizle bunu kurut,
ooooffff yağmasa olmaz mı şu yağmur?”
Ve yöneliyor eve doğru.
Manav bakakalıyor önce kadının ardından,
sonra dönüp bakıyor tezgâhına:
“Sana şükürler olsun Rabbim,
yağmuru vermeseydin
şu lezzetli meyveler, şu güzelim sebzeler
yetişir de bize nimet olarak gelir miydi?”